25.5.13

İstanbul (4. Gün)

Gezimizin bu ve ertesi gününü Tarihi Yarımada'ya ayırmıştık. Görülmesi gereken o kadar çok yer var ki burayı bir günde bitirmek çok zor. Bitirilse bile birçok ayrıntı es geçilmiş demektir. Biz de bura için iki günümüzü ayırmamıza rağmen tam istediğimiz gibi gezemedik. İstanbul'un tarihi on binlerce yıl geriye gidiyor. Bu tarih Suriçi'nde değil Avrupa'da Küçükçekmece, Anadolu'da Kadıköy, Pendik civarında başlıyor. Suriçi dediğimiz bölgenin, yani İstanbul'u İstanbul yapan yerin, tarihi ise Megara'dan gelen ve şimdiki Topkapı Sarayı'nın olduğu yere -körler ülkesinin karşısına- yerleşen kolonici Byzas ve halkı ile başlar. İÖ 7. yüzyılda şimdiki İstanbul'un adı Byzantion'dur. Bizlere Bizans İmparatorluğu diye öğretilen imparatorluğun adı işte buradan gelmekte. Bizans İmparatorluğu adı da Avrupalı tarihçiler tarafından fetihten çok sonraları uydurulmuş bir ad. Bu uydurmanın iki sebebi var. İlki: Osmanlı İmparatorluğu'nun yendiği Doğu Roma İmparatorluğu'na, Bizans İmparatorluğu diyerek sanki Osmanlı Roma'ya karşı galip gelmemiş gibi bir yargı oluşturmak. İkincisi ise Roma'nın varisinin, Konstantinapolis'i feth eden, Fatih Sultan Mehmet olmasını kaldıramayıp, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu olarak gösterme çabası. Dönemin papası II. Puis'in Fatih'e "Seni var olan insanların en şanlısı yapmak için, pek ufak bir şey yeter: O da seni vaftiz etmek için birazcık su" diyen mektubu (Papa'nın mektubu Halil İnalcık'ın iddiasına göre Fatih'e gönderilmiş kimilerine göre ise gönderilmemiş) ve dönemin Yunan filozofu Trapezuntios'nun "Kimse şüphe etmez ki sen Romalıların imparatorusun. İmparatorluk merkezini hukuken elinde tutan kimse imparatordur ve Roma İmparatorluğu'nun merkezi de İstanbul'dur." demesi Fatih Hıristiyan olmasa da Kayzer-i Rum unvanını almasının fiilen haklı olduğunu gösteriyor. Bizlere ilkokuldan itibaren hikayelerle dolu tarih bilgisi verildiğinden Bizans ile Doğu Roma'nın aynı olduğunu bile bilmemek gayet normal.

Byzantion, Büyük Konstantin tarafından pagan adetler ile ancak Hıristiyan dünyası adına 11 Mayıs 330 tarihinde Roma İmparatorluğu'nun başkenti oldu. Bundan sonra ki adı ise artık Konstantinapolis'tir. Bu tarihten sonra Roma ikiye bölününce Konstantinapolis, Doğu Roma'nın başkenti olarak kaldı. Şehir farklı milletlerce birçok kez kuşatıldı ancak alınamadı. Bizler Haçlı ordularını sadece Müslümanlar için kötülük arz ettiğini düşünüyoruz ama 1204 yılında bu durum tam tersine işledi. Latin İşgali olarak geçen bu tarih İstanbul için çok önemli bir yer teşkil ediyor. Şehir fakirleşti, yağmalandı, küçüldü. Geziyi anlatırken Latinlerin neler yaptıklarına da değineceğiz. Batının tarihçileri genelde bu Latin İşgali'ni görmezden gelir. Bunun yerine Osmanlı'nın fetihten sonra ki yağmasından bahseder. Evet Osmanlı İstanbul'a girince bir yağma yapmış ancak bu Fatih'in de karşı çıkamayacağı hükümlerden dolayı mecburen gerçekleşmiş. İslam'a göre kuşatılan bölgeye üç kere teslim ol çağrısı yapılır, eğer teslim olunmazsa askerlerin orayı yağma yapma hakkı doğar. Tüm bunlar yağmayı gözardı edeceğimiz anlamına gelmese de bu konuyu belirli bir amaç uğruna açan kişiye Latin İşgali hakkındaki yorumunu da sormak lazım. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u feth ettiğinde burayı hızla geliştirdi ve iyice azalan refahını yükseltti. İstanbul daha modern ve ticari önemi yüksek bir dünya kentine dönüşmeye devam etti. Zaten İstanbul en müreffeh dönemlerini Fatih, I. Jüstinyen ve Büyük Konstantin ile yaşadı.

Hakkında cilt cilt kitaplar yazılmış, belgeseller çekilmiş ve hala da bunlara devam eden İstanbul hakkında ne kadar çok şey anlatsak az. Bunları daha da anlatırsak gezi kısmına hiç geçemeyeceğimizden kısa kesiyoruz.

Gülhane Parkı

Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi
Nihayet sabahtan evden çıkıp tramvay Gülhane durağında inip Gülhane Parkı'na geçtik. Hemen girişte solda Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi var. Eski Alay Köşkü'nün olduğu bu küçük kütüphanede Türk ve İslam dünyası için bazı önemli yazarların bölümleri var. Girişte soldaki büyük odadaki İstanbul kitaplarını karıştırmanızı tavsiye ederiz. Kütüphaneden çıkıp parkın aşağı kısmına doğru devam ettik. Gözümüz sürekli Tanzimat Fermanı'nın okunduğu yeri aradı ancak öyle bir yer göremedik. Belki bir anıt, heykel vs. olur diye düşünmüştük. Parkın içinde yeni açılan İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi bulunmakta. Avrupa Karanlık Çağ'ını yaşarken İslam İmparatorluğu tam bir aydınlanma dönemindeydi. Bilimsel icatların ötesinde birçok antik eser çevrildi, felsefi olarak da önemli adımlar atıldı. Avrupa Yunan kültürünü öğrenmek için Arapça'dan çevrilmiş eserleri okudu. Bunlardan dolayı bu müze fazlasıyla ilgi çekici. Duvarlardaki televizyonlar ile gördüğünüz eserin nasıl çalıştığı çeşitli dillerde anlatılıyor. Batıya mal edilen birçok eserin çok daha öncesinde var olduğunu görmek sorgulamamız gereken ne kadar da çok şeyin olduğunu hatırlatıyor. Tabi ilginç bir nokta da şu: İslam İmparatorluğu'nun bu aydınlanma çağını ilk olarak araştıran ve aktaran kişilerin Avrupalı oluşu.

İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi
Astronomi Bölümü
Usturlap
Savaş Araçları
Gotlar Sütunu
Parkın en uç kısmına geldiğimizde Byzantion'dan kalan, yani İstanbul'daki en eski eserlerden biri olan Gotlar'a karşı kazanılmış bir zaferin simgesi Gotlar Sütunu'nu görüyoruz. Buradan çıkıp Topkapı Müzesi'ne geçecektik ancak yanımızda hiç nakit para olmadığını farkedince bankamatik aramaya başladık. Bu önemli bir konu çünkü hiç bilmediğiniz bu yerde aptal aptal banka aramak insanın sinirini bozuyor bundan dolayı cebinizde 50-60 TL ile gezmekte fayda var. Tabi kesinlikle Müze Kart'ınızın olması gerekiyor. Yoksa hem bilet almak için müze girişlerinde çok fazla sıra beklersiniz hem de çok cebiniz yanar :)

Million Taşı
Bankamatiği bulup dönerken planımızda değişiklik yaptık. Çünkü yol üstünde daha sonra görmeyi planladığımız Yerebatan Sarnıcı'nı görünce es geçmek olmazdı. Yerebatan'ın girişinde, yanında Türkçe açıklama bile olmayan küçük bir dikili taş var: Million Taşı. İstanbul dediğimiz gi
bi bir dönem dünyaya başkentlik yapmış ve bu taşın olduğu yerdeki yapı dünyanın merkezi olarak kabul ediliyormuş. Mesafeler bu noktaya göre ayarlanırmış. Günümüzde bu saat dilimlerini ayarladığımız Greenwich'e benzetilebilir.

Yerebatan Sarnıcı (Sarayı)
Medusa Başı
Bazı önemli yapılara girerken yapılış tarihleri 6. yüzyıl ise bunlar I. Jüstinyen zamanı eserleridir. Çünkü bu dönemde şehirdeki çoğu önemli eser yapılmış ya da restore edilmiş, Ayasofya, Yerebatan Sarnıcı, Aya İrini, Kariye gibi. Burası özel bir müze olduğundan Müze Kart geçmiyor ve giriş 5 TL. Yerebatan Sarnıcı çevredeki birçok sarnıç gibi su ihtiyacını karşılıyordu. Yalnız fetihten sonra Yerebatan'ın suyu Gülhane Parkı'nı sulamak için kullanılmış. Bizler kültür olarak akan su da temizlenmeyi daha doğru buluruz. Avrupalının yaptığı gibi lavaboyu doldurup avucuna su alıp yüzünü yıkamak ya da küvette yıkanmak bize ters gelir. Küvette yatsak bile çıkarken üstümüze su döküp öyle çıkarız. Sanırım bunlardan dolayı bu sarnıç suları Osmanlıda içme veya yıkanma suyu olarak kullanılmamış. Yerebatan'da bir de Medusa Başı bulunmakta.

III. Ahmet Çeşmesi
Aya İrini Kilisesi
Buradan çıkıp Topkapı Sarayı'na yöneldik. Sarayın girişinde ihtişamlı III. Ahmet Çeşmesi bulunuyor. Sağı solu izleyerek sarayın ilk avlusuna giriyoruz. Burada nöbet tutan silahlı askerler insanı rahatsız edebilir ancak geçmişte Saray'ın içinde yaşanan silahlı çatışma olaylarına bakınca "sanırım olması gerekiyor" diyorsunuz. Karşımıza ilk olarak Aya İrini Kilise'si çıkıyor. Burası özel davetlerde ve konserler kullanılıyor. Fetihten sonra cephanelik olarak kullanılmış ve camiye çevrilmemiş kiliselerden birisi. Nihayet Topkapı Sarayı'nın müze kısmına Babüssaade'den girdik. Girer girmez karmaşıklığı ilgimizi çekti. Burası tabiri caizse yaşayan bir saray. Çünkü başa geçen padişahlar kendi dönemine özgün yeni yapılar yaptırmış. Böylece ortaya birbirinden çok farklı mimarilere sahip ve bir arada bulunan birçok yapı
çıkmış.

Babüsselam
Adalet Kulesi

Arz Odası
Babüssaade
III. Ahmet Kütüphanesi
Güneş Saati




Hazine girişinden bir detay
Hazine ve Kutsal Emanetler kısımlarında 15 dakika kadar sıra bekledik. Arz Odası'ndan sağa dönünce ilk olarak padişah elbiseleri bölümüne girdik. Girer girmez tepkimiz şu oldu: Yok artık bunları mı giyiyorlarmış! Herkesin tepkisi benzer oluyor çünkü çok büyükler. Buradan hazinelere geçtik. Osmanlının ihtişamını göreceğiniz göz alıcı eserler var. Buradaki en ünlü eser de kuşkusuz Kaşıkçı Elması. Bu paha biçilemez eserin daha büyük olduğunu düşünmüştük ancak yüzük olarak bile kullanılacak boyutta, zaten ilk başta yüzük olarak kullanılmış. O kadar etkileyici silahlar, sürahiler, elbiseler, tahtlar var ki bir yerden bir yere taşınırken üstündeki herhangi bir parça altın veya gümüş işleme düşse ve bulsak köşeyi dönebiliriz :)
Bağdat Köşkü iç detay
4. Avlu



Topkapı Sarayı'nın eksik yanı hiçbir yere sarayın planını gösteren bir tabela konmamış olması. Bundan dolayı hangi avluda olduğunuzu, ne binasının önünde bulunduğunuzu bilmek oldukça güç. Hazineden sonra Bağdat Köşkü'nün olduğu 4. Avlu'ya geçtik. Buraya girerken rengarenk çiçekler sizi karşılıyor. Manzarası ise muhteşem. Galata Kulesi'nden bile güzel manzarası var desek yanılmayız sanırım. Buranın manzarasını görünce, Kral Byzas'ın aynı manzaraya bakarak "karşıda yaşayanlar gelip buraya yerleşmemişlerse kesin kördürler" demesinin gerekçesini daha iyi anlıyoruz. Buradan geri dönüp Kutsal Emanetler kısmına geçiyoruz.

Topkapı Sarayı'ndan Adalar
Topkapı Sarayı'ndan Boğaz
Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi dönüşü getirdiği eserlerin olduğu kısma girince insanın içi ürperiyor. İlk kısımda ilgimizi en çok Hz Muhammed'in Sakal-ı Şerifi'nin saklı olduğu altın sandık, Musa'nın asası, Kabe'nin kapılarından biri çekti. Musa'nın asasının gerçek olduğuna dair bir kanıt bulamadık. Tabi önemli olan o an size yaşattığı duyguydu. Ardından Sakal-ı Şerif''in olduğu kısma geldik. Burada Hz. Muhammed'in su içtiği tas, Hz. Muhammed ve 4 halifenin kılıçları bulunuyor. Bunlar bizi oldukça etkiledi. Sakal-ı Şerif tahminimizce Hz. Muhammed vefat ettiğinde ya da etmeden tıraş edilip sakallarının dağıtılması ve saklanması ile günümüze gelmiş olabilir. Tabi her yerde bunların karşımıza çıkması hepsine doğrudan inanmamız gerektiğini gösteriyor. Bu kadar değerli eserlerin ülkemizde olduğunu görmek insanı gururlandırıyor.

Divan-ı Hümayun iç detay
Babüssaade'den çıkıp saatlerin olduğu kısma ve oradan da Kubbealtı'na geçtik. Burada Divan-ı Hümayun toplanır ve önemli kararlar alınırmış. Başkanlığı sadrazam yapar, padişah ise bu toplantılara katılmazmış. Girişte soldaki kısımın üstünde delikli bir pencere var, işte oradan padişah isterse toplantıyı görünmeden izleyebilirmiş.



Divan-ı Hümayun

Cümle Kapısı
Buradan Harem kısmına geçiyoruz. Harem'e giriş için kişi başı 15 TL ödemeniz gerekiyor. Gelmişken görelim dedik ve Adalet Kulesi'nin hemen önündeki girişten girdik. Tabi bu kadar parayı da verince beklentimiz büyük oldu. Harem kendi içinde ayrı bir dünya gibi. Kafanıza göre içeriye girmek de çıkmak da yasak. Bir nevi hapishane. İçerisinde dar sokaklar, küçük odalar, karışık yollar var. Onca anlatılıp durulan Harem de bu muymuş, diyebilirsiniz. Ayrıca neredeyse hiçbir yerinde bilgi verici yazılardan yok. Bundan dolayı Topkapı Sarayı'na geldiğinizde kesinlikle girişte satılan sesli tur rehberlerinden almanız gerekiyor. Burası turistlerin en çok ilgisini çeken yerlerin başında geliyor. Avrupalının gözünde Harem, dünya yüzeyinde bir cennet olduğundan çok merak ediyorlar.

Valide Sultan Dairesi




Gözdeler Taşlığı

Topkapı Sarayı yaklaşık 3 saatimizi almıştı. Aslında buradan çıkıp İstanbul Arkeoloji Müzeleri'ne geçecektik ama o da çok zamanımızı alacağından ertesi güne bırakıp Ayasofya Camii'ye yöneldik. Gündüz saatlerinde turların da gelmesiyle burada uzun kuyruklar oluşuyor. Biz öğleden sonra gittiğimizden çok fazla sıra beklemedik. Önce bilet almak için sonra da müzeye girmek için onca sıra bekleyen turistlerinden yanından geçip, Müze Kart'ı okutup içeri girdiğimizde bize olan bakışları "bunlar kim ki yahu nasıl böyle giriyorlar" şeklindeydi :)
Latin işgalcilerin lideri Henricus Dandolo'nun mezar taşı












Ayasofya 6. yüzyılda I. Jüstinyen tarafından yaptırılmış. Daha öncesinde de burada Ayasofya adlı bir kilise varmış ancak bu Nika Ayaklanması'yla yıkılmış. Ayasofya o kadar büyük ki bin yıl boyunca Hıristiyanlığın en büyük katedrali olarak ayakta kalmış. Günümüzde izlerini görebileceğimiz birçok depreme göğüs germiştir. Şuanda Sultanahmet Camii, Süleymaniye Camii gibi yapılarla birlikte muhteşem manzarayı paylaşsa da o zamanlar tek başına tüm bölgeye hakimdi. Latin İstilası (1204) sonucu İstanbul'da en çok zarar gören eserlerden birisi de Ayasofya olmuş. Buradaki değerli hazineler çalınmış, hatta bu hazineleri taşımak için Ayasofya'nın içine öküzler sokmuşlar. İstanbul'un fethiyle birlikte bu büyük kilise camiye dönüştürülmüş. Burada Osmanlıların takdire şayan davranışlarından biri ise kilise döneminden kalan resimlere zarar vermeden üstlerini ince bir sıvayla veya örtüyle kapatmalarıdır. Bu çoğu yerde rastladığımız Osmanlı'nın diğer dinlere olan saygısının küçük bir örneğidir. Caminin dışındaki tuğladan olan minareyi Fatih, yanındakini II. Bayezid ve diğer iki minareyi de (kalın olanlar) Sultan Süleyman, Mimar Sinan'a yaptırarak Ayasofya'nın günümüzdeki görüntüsüne kavuşturmuştur.

Ayasofya Camii

Sunu Mozaiği
Doğu Roma İmparatoru'nun taç giydiği yer










Girişte Ayasofya'nın en önemli mozaiklerinden biri dikkatimizi çekiyor. Burada sağda Büyük Konstantin Konstantinapolis'i, solda Jüstinyen Ayasofya'yı Hz. Meryem'e sunuyor. Kubbenin yüksekliği hayranlık uyandırıcı. Ayrıca Ayasofya'nın en mükemmel yanını ana apsisin karşısına geçip görüyorsunuz: Tam ortada Meryem'in ve kucağında İsa'nın tasviri olan mozaik, sağda Allah ve solda ise Muhammed yazılı hat levhalar. Bu büyüleyici manzara karşısında duygulanmamak elde değil. Aya İrini'nin anlamı olan "Kutsal Barış" aslında Ayasofya'ya (Kutsal Bilgelik) daha çok yakışıyor. Umarız bu "barışın" görüntüsü hep bu şekilde, burada kalır. Dünyadaki en büyük bu hat levhalarının diğerlerinde ise 4 Halife ile Hz Muhammed'in torunları Hz. Hasan'ın ve Hz. Hüseyin'in adları yazılı.


Ortada Hz. Meryem ve kucağında Hz. İsa mozaiği, sağda Allah, solda Muhammed yazılı hat levhalar
Kubbe ve Avize
Minber ve üstünde Allah yazılı hat levha

Ayasofya hem Müslümanlığın hem Hıristiyanlığın hayranlık uyandırıcı eserlerini bir arada sunuyor. Üst katına uzun bir yoldan çıkıyoruz. Burada kemerlere dikkatle bakınca depremin yarattığı bükülmeleri görmek mümkün. Ayasofya'nın büyük kubbesi de bu depremler yüzünden tam olarak yuvarlak değil. Yine burada birçok mozaik bulunmakta ve tepeden mihrabı ve ana apsisi görebiliyorsunuz. Ayasofya'nın yönü tam olarak kıbleye dönük olmadığından mihrap biraz yan duruyor. Çıkışa doğru yöneldiğimizde Dilek Sütunu'nu gördük. Buradaki deliğe parmağınızı sokup saat yönünde tam tur döndürünce sağlığa iyi geldiğine inanılıyormuş. Biz de yaptık ama ağrısından duramadığımız belimize iyi gelmedi :( Çıkarken sadece imparatorların kullandığı 7 metre yüksekliğinde devasa İmparator Kapısı'ndan çıktık. Çıkış kapısının hemen sağında yerde "Konstantinapolis" yazan bir kabartma var. Kimsenin fark etmediği bu kabartma aslında yanlışlıkla ters konulan bir mermer. Bu kabartma burada kullanılan yapı malzemelerinin Ayasofya için başka yerlerde (özellikle Girit) özel olarak yapılarak buraya getirildiğini gösteriyor.
Dilek Sütunu
Yerdeki ters yerleştirilen mermer



Sekiz Köşeli Yıldız ve tahrip olmuş iki kozmik haç
VI. Leon Mozaiği
Depremin izleri
İmparator Kapısı
Ana apsis ve Mihrap
Sultanahmet Camii'ye geçiyoruz. Sultanahmet Camii'nin minareleri ve camiye has havası ve diğer tarafta Ayasofya'nın rengi, büyüklüğü ve kubbesi fazlasıyla etkileyici. Biz tam Sultanahmet'e girecekken ezan okunmaya başladı. Biz de oturup dinledik. Herhangi bir yerde ezanı oturup huzurla pek dinlemezsiniz ancak buranın büyüsü o kadar farklı ki insan o an sohbetini yarım kesip kendini ezanın derinliğine bırakıyor. Avluya girip dolandıktan sonra namaz vaktini beklemek yerine Sultanahmet'in arkasındaki Büyük Saray Mozaikleri Müzesi'ne gittik. Saat 16.00'da kapandığından giremeyip burayı ertesi güne bıraktık.

Sultanahmet Camii
Şimdiki Sultanahmet Meydanı, eski Atmeydanı, daha da eski Hipodrom'a geçtik. Burası Roma İmparatorluğu döneminde at yarışlarının yapıldığı yerdi. Tabi o halinden günümüze neredeyse hiçbir şey kalmasa da fetih sonrası sünnet düğünleri veya sadrazam düğünlerinin yapıldığı yer olarak kullanılmış. Bu düğünlerden küçük bir anektod ise şöyle: Kanuni Sultan Süleyman burada İbrahim Paşa'nın ihtişamlı düğününe katılmış ve ona "Senin düğünün benimkinden (şehzade sünnetini kast ediyor) bile etkileyici oluyor" demiş. İbrahim Paşa'da "Evet sizinkinden bile ihtişamlı. Çünkü sizin düğününüzde onur konuğu bendim benimkinde ise sizsiniz" demiş.
At Meydanı

Örme Dikilitaş
Yılanlı Sütun





Dikilitaş
Şuanda dikilitaşların olduğu sırada eskiden birçok heykel varmış ancak günümüze pek azı ulaşabilmiş. İlk olarak Örme Dikilitaş karşımıza çıkıyor. Bu sütun günümüzdeki kadar sade değildi. Dışı bronz kaplama ve tepesinde de bir küre vardı. 1204 yılındaki Latin İstilası sırasında bu bronzlar altın sanılarak sökülmüş ve kaçırılmış. Ardından Yılanlı Sütun'u görüyoruz. Bu sütun da birbirine dolanarak yükselen 3 yılanı gösteriyor ancak şuanda yılan başlarından eser yok. Yalnızca birisi İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde. Sonrasında İstanbul'daki en eski yapıya yani Theodosius Dikilitaş'ına, kısacası Dikilitaş'a geliyoruz. III. Thutmosis İÖ 1450 yılında bir zafer anıtı olarak bunu yaptırmış. Mısır'dan buraya  getirilmesi de epey zahmetli olduğundan taşı üç parçaya bölmüşler ancak diğer iki parçasının nerede olduğu bilinmiyor. Biraz ileride de II. Wilhelm'in hediyesi Alman Çeşmesi var ancak restorasyonda olduğundan göremedik.

Sultanahmet Camii içi

Tekrar Sultanahmet Camii'ye giriyoruz. İçeri girdiğimizde genişliği özellikle de devasa kolonları ilgimizi çekiyor. Camlarından giren ışıklar sayesinde ferahlık kazanmış. Yalnız kötü olan bir yanı içerideki ayak kokusu. En azından böylesine değerli camilerde bu konuyu çözebilseler çok memnun olurduk. Sultanahmet'in en güzel yanlarından biri minareleri. 6 minareli olmasından dolayı I. Ahmet Kabe'yle eşit olmaması için Mescidi Haram'a 7. minareyi yaptırmış.

Sultanahmet Camii
Kapalı Çarşı
Gün batımının hafif kızıllığıyla Sultanahmet'i izleyerek bir şeyler atıştırdıktan sonra Kapalı Çarşı'ya doğru yol aldık. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u aldığında şehir eski ihtişamını, dünya merkezi olma konumunu kaybetmişti. Fatih ekonomik olarak İstanbul'u canlandırmak için birçok atılım yaptı, işte onlardan birisi de bu ticaret merkezi Kapalı Çarşı. Kapalı Çarşı ucu bucağı olmayan bir yer. İçinde saatlerce farklı dükkanları görerek dolaşabilirsiniz. Tavana çarşıyla ilgili bilgiler yazan levhalar yerleştirmeleri de ayrı güzel olmuş. Biz de biraz ara sokaklara daldık baktık bu iş baya uzayacak çıkalım bari dedik. Beyazid Meydanı tarafından çıktık. Eskiden bu meydanda II. Viyana Kuşatması'nı yapan Sadrazam Kara Mustafa Paşa Külliyesi varmış ancak bizde yol yapacağım, meydan yapacağım, AVM yapacağım diye saçmalıklarla tarihi eserler yıktırıldığı için artık yok.


Kapalı Çarşı içi


Bayezid Kulesi


Bayezid Camii
Çarşılar burada da devam ediyor. Buranın farkı satıcıların sürekli yanaşıp yerli yabancı bir şeyler söylemesi ve pek tekin olmayan görüntüsü. Akşam vakti de yaklaştığından etraf iyice canlanmış ve tabiri caizse görebildiğiniz her kaldırıma her yola satıcılar tezgah açmaya başlamıştı. Meydana çıktığımızda bit pazarı gibi bir görünümle karşılaştık. Burada yerlerde bit değil de Samsung S3 falan satılıyor :)
-Ne kadar bu S3?
-700 kardeşim.
-Garantisi falan?
-Ben hep burdayım agam bişi olursa gel hallederiz..
Pek de yabancısı olmadığımız böyle bir satış tekniği geliştirilmiş. Artık o kadar yorulmuştuk ki adım atacak halimiz kalmamıştı. Önümüzde iki seçenek kaldı ya Beyazid Kulesi'ne bakıp, Süleymaniye Camii'ye çıkıp, Vefa Bozacısı'na gidip yorgunluktan bayılacak ve ağrıdan belimizi kıracaktık ya da biraz daha oyalanıp dönecektik. Biz ikinciyi seçmek zorunda kaldık.

İstanbul Üniversitesi kapısı ve Bayezid Meydanı
Her gün ayrı bir olayın yaşandığı İstanbul Üniversitesi'nin kapısında birkaç fotoğraf çekilip, seyyar pilavcıda pilav-ayran yedik. O yorgunluğun üzerine tadı o kadar güzel geldi ki anlatamam. Okuldan birkaç arkadaşla buluşmak üzere buradan Galata'ya geçtik. Galata Kulesi'nin hemen yanında az önce gezdiğimiz birçok yeri seyrederek yorgunluğumuzu atmaya çalıştık...